Başkanlık Sistemi Tartışmalarının Işığı Altında Otoriterleşme Eğilimi Ve Hukuk Devleti Sorunu

22 Şubat 2015 16:31

Op.Dr.Levent Başyiğit

Türkocakları Isparta Şubesi Başkanı

 

 

Başkanlık Sistemi Tartışmalarının Işığı Altında

 Otoriterleşme Eğilimi Ve Hukuk Devleti Sorunu - 1 

 

 

Türkiye başlıca iç ve dış sorunların, ekonomik durumun, ülke bütünlüğünü hedef alan ayrılıkçı-etnikçi Kürtçülük hareketinin yanı sıra, giderek genişleyip derinleşen bir “hukuk devleti-demokrasi” ve “yönetimin otoriterleşmesi”  meselesiyle karşı karşıyadır.

Son aylarda çok sık gündeme getirilen başkanlık sistemi konusunun, önümüzdeki seçim sürecinde Cumhurbaşkanı ve iktidar Partisi tarafından propaganda kampanyasının omurgası yapılacağı anlaşılıyor. İki yıl kadar önce iktidarın yeni bir Anayasa hazırlamak maksadıyla kurulan Meclis Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu Anayasa tasarısı aslında siyasi iktidarın nasıl bir sistem değişikliği istediğini ortaya koymuştu. Konunun yeniden gündeme getirildiği şu günlerde, hem  Parti sözcülerinin konuşmalarından, hem de iktidar yanlısı yazarların yazdıklarından geçici olarak rafa kaldırılan o tasarının 7 Hazirandan sonra vakit geçirmeden hayata geçirilmek istendiği anlaşılıyor.

Hararetle savunulan bu “bize özgü başkanlık sistemi” teklifini eleştirenler cehaletle suçlanıyor. Oysa Cumhurbaşkanın sık sık atıfta bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sistemle bizde arzulananın benzerliği yoktur. “Bize özgü” diye nitelendirilen tasarının yasalaşması durumunda artık Türkiye’de çağdaş standartlarda bir hukuk devletinin ve demokratik düzenin var olduğunu kimse söyleyemez. Rejimi doğrudan etkileyecek bir sistem değişikliği gündeme getirilirken parti taassubunun, lidere yaranma çabasının bir kenara bırakılması, konunun serinkanlılıkla, objektif şekilde tartışılması gerekir. Oysa, ülkemizdeki bu günkü tartışma ortamı ve siyasi üslûp, soruna çözüm bulmak ve milletimizin önünü açmaktan çok ciddi bir rejim bunalımının arifesinde olduğumuz anlamına geliyor.

Aslında Türkiye’nin 1946’da çok partili döneme geçilmesinden ve 1950 de ilk serbest seçimlerle iktidarın halkın oyuyla değişmesinden başlayan, yetmiş yıllık bir demokrasi deneyimi ve birikimi vardır. Bu süreçte zaman zaman darbeler, ara rejimler, müdahaleler olsa da demokratik sistemin özü korunmuştur. Türk ve İslâm dünyasında bunu başaran ilk ülke Türkiye olduğu gibi, bu modeli uygulayan çok sayıda İslâm ülkesi de olmamıştır. Çünkü Türkiye’nin başarısının kendine özgü önemli nedenleri vardır. Kanun-i Esasi’den, Meşrutiyet döneminden başlayan, Cumhuriyet döneminde yapılan 3 Anayasa ile zenginleşen, kurumsallaşan; serbest seçimlerle halk iradesine dönüşen tarihi, kültürel ve psikolojik zemin, Türkiye’yi farklı bir konuma getirmiştir. Sonuçta demokrasimiz bütün eksikliklerine rağmen milletimizin nezdinde artık “vazgeçilmez” bir hayat tarzı olmuştur. Bunun bazı siyasi, zihnî ve ideolojik heveslerle yahut şahsi tutkularla değiştirilmeye çalışılması “siyaseten irtica” anlamına gelir ve büyük sorunlar doğurur. Sandıktan çıkan sonuç yani çoğunluğun tercihi “milli irade” sayılıp adeta kutsanırken farklı görüşleri temsil eden % 50’den fazla insanın tercihine saygı gösterilmiyor. Bu tavır 19.cu yüzyılda Jean Jacques Rousseau’dan esinlenen Fransız Jakobenizminin otoriter zihniyetini temsil ediyor. Aslında milli devletimizin kuruluş döneminde, 1921’deki Meclis görüşmelerinde bu konu çok tartışılmıştır. Sonuçta 1924 Anayasası “Kuvvetler Birliği”nin benimsendiği, erklerin yasama organında toplandığı, TBMM’nin tek yetkili organ sayıldığı esaslara göre düzenlenmiştir. 27 yıllık “tek partili Cumhuriyet” döneminden sonra 1950’de serbest seçimler yapılıp Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte 10 yıl Meclis çoğunluğunun tek yetkili sayılmasının sonuçlarını yaşadık. Bu dönemde asıl iktidar Meclis’in iç tüzük hükümleri bağlamında yasama organı değil, Demokrat Parti Meclis grubuydu. Nitekim rahmetli Menderes 1955’lerde hararetli tartışmaların yapıldığı bir grup toplantısında, tansiyonu düşürmek için milletvekillerine “siz dilediğinizi yapabilirsiniz, hilafeti bile isterseniz getirebilirsiniz” demişti. Bu sözleriyle elbette hilafetin getirilebileceğini kastetmiyordu ancak hükümete karşı tepkili olan grubunu yatıştırmak istiyordu.

Kuvvetler birliğinin sonucu olarak 24 Anayasası’nda yargı doğrudan yürütme organının yani hükümetin kontrolündeydi. Dolayısıyla hâkim teminatı, yargı bağımsızlığı söz konusu değildi. Bunun sonucu olarak iktidar-muhalefet çekişmeleri esnasında gazeteciler mahkeme kararıyla tutuklanıyor, basın üzerinde yoğun bir baskı kurulabiliyordu. Yasama ve yürütmenin, idarenin karar ve icraatının yargı denetiminde olmamasının sonucu, iktidar dilediği kararları alabiliyor, Kırşehir’i siyasi nedenlerle ilçe yapabiliyor, partileri kapatabiliyordu. Ama bu tarz baskılar DP iktidarını kalıcı kılmadı. Tam tersine toplumun diğer kesimlerinde hakkını ve hukukunu koruyamamanın, ikinci sınıf insan muamelesi görmenin etkisiyle iktidara karşı giderek yoğunlaşan bir öfke oluştu. Meşru yollardan hakkını savunmanın imkânsız hale geldiği kanaati, toplumsal muhalefeti anti demokratik yöntemlere yöneltti. 27 Mayıs darbesi olduğu sırada toplum tam anlamıyla kutuplaşmıştı; iktidarla muhalefet yandaşları birbirlerinden nefret derecesinde ayrışmışlardı.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın sözleri bir bakıma 27 Mayıs arifesindeki Türkiye tablosunu yansıtıyor: “Biz % 50 oy alıyoruz fakat geriye kalan % 50 de bir nefret söylemine dönüşüyor. Biz eskiden sokağa çıkardık, taraftarımız bizi çok severdi. Karşıdaki muhaliflerde saygı duyardı. Şimdi bir nefretle bakış seziyorum. Kemikleşme, kamplaşma var. Bu bizim % 50 oyumuza engel olmaz. Ama Türkiye yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkabilir.”

Bu haber 629 kez okunmuştur.
  Yükleniyor...