ÇÖKEN ORTADOĞU POLİTİKAMIZ VE İKİ MİLYON SIĞINMACI SORUNU

11 Ağustos 2015 19:10

 

ÇÖKEN ORTADOĞU POLİTİKAMIZ VE İKİ MİLYON SIĞINMACI SORUNU

 

                                                                                                 Op.Dr.Levent Başyiğit

                                                                                  Türkocakları Isparta Şubesi Başkanı.

 

                   Ortadoğu’daki son dört yıllık gelişmelerin  etkileri, değişen bölgesel dengeler, oluşan otorite boşluğu, yaşanan etnik ve mezhebi çatışmalar dikkatle tahlil edilmek durumundadır. Önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dediği gibi, çöken Ortadoğu politikamız gözden geçirilmeli, gereken değişiklikler süratle yapılmalıdır.

 

Halen iki milyondan fazla Suriye’li sığınmacılarının Türkiye’deki varlığı bölgedeki kaosun bize ulaştığının somut göstergesidir. Altından kalkılması imkansız denecek kadar ağır bir yükü omuzlamış durumdayız. Cumhurbaşkanının “kardeşlerimizi sahipsiz bırakamazdık” ifadesi insani açıdan doğru olsa bile, bu gerekçe her geçen gün katlanarak büyüyen, sosyal ekonomik, toplumsal ve kriminal nitelik kazanılan devasa problemin varlığını görmezlikten gelmemize yetmiyor. Bu insan selinin geriye dönme ihtimali yok denecek kadar az görünüyor. ABD ile yapılan görüşmeler çerçevesinde, sınırımızın ötesinde belirli bir alan IŞİD’den arındırılarak güvenli bölge halinde getirilmesi, sığınmacıların buraya yerleştirilmeleri niyet olarak olumlu olmakla beraber, uygulama kabiliyeti soru işaretleri taşıyor.

 

Sığınmacıların topluma uyum sağlamaları, insanca yaşayacakları, normal ve meşru bir düzen kurmaları nasıl mümkün olacak? Hükümet’in, şimdiye kadar problemi yüz binlercesi Türkiye içerisinde savrulup duran bu biçare insanların yol açtığı büyük problemi en azından hafifletecek projelerinin olmadığı ortada; küresel çaptaki bu insani trajedi şu anda kendi seyrine terk edilmiş görünüyor.

 

Bir ülkeyi çözümü bu derece zor, çok yönlü iç ve dış sorunlarla karşı karşıya bırakan gelişmeler, hukuk devletinin var olduğu, demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği, yargının denetim işlevini bağımsız ve tarafsız şekilde yerine getirdiği bir batı ülkesinde yaşansaydı, konu etraflı şekilde incelenir, soruşturmalar açılır, bu ortamın doğmasına yol açan sorumlulardan ve yöneticilerden hesap sorulurdu.

 

İhvan-ı Müslimin muhabbetiyle İslam dünyasının lideri olma ütopyasıyla, Türkiye ve Dünya şartlarını dikkate alma gereği duyulmadan yürütülen politikaların sonucu ortadadır. Bu tablonun siyasi yandaşlık mülahazasıyla kapatılması mümkün değildir; faturayı sonuçda milletçe ödemek zorunda kalıyoruz.

 

Türkiye’yi birçok yönden olumsuz etkileyen hatta tehdit oluşturan bölgemizdeki kaotik ortam nasıl oluştu? 2011’e kadar mükemmel işleyen, “model komşuluk” diye nitelendirilen Türkiye-Suriye ilişkileri 4 yılda bu hale nasıl geldi? Olayları sadece dış güçlere, uluslararası komplolara bağlama kolaycılığı yerine, objektif değerlendirmeler yapılmalı, yanlışlarla yüzleşilmelidir.

 

Esad rejimine birkaç aylık ömür biçen, Şam’daki Emevi Camiinde üç ay sonra namaz kılmak üzere randevu veren basiretsiz yönetim anlayışı köklü şekilde değiştirilmeden sorunlara çözüm bulunamaz. Mesele sadece 4 yıllık Suriye politikamızın çökmesiyle ibaret değil. 2003’de ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden başlayarak, siyasi iktidarın stratejik öngörüsü olmamasından kaynaklanan sıkıntılar yaşıyoruz. ABD’nin yaptığı operasyonun bölgeyi istikrarsızlaştıracağını, merkezi yönetimlerin dağılması sonucu mevcut fay hatlarının tetikleneceğini düşünemedik. Küresel güçlerin, batı medeniyeti için tehlike saydığı Sünni İslam’ı devreden çıkararak, İslam dünyasını boydan boya iç çatışmaları, kavgaları yönlendirerek Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirmek peşinde olduklarını fark edemedik. İmkanlarımız ve şartlarımızı, gücümüzü doğru okuyarak, Ortadoğu’yu bütün yönleriyle iyi bilen yetişmiş uzmanlar devreye sokulmadığından, bölgede ciddi bir istihbaratımız ağımız olmadığından stratejik yanlışlar yaptık. Dış politikamız şahsi duygularla, tahayyüllerle, iç politikaya dönük hamasi söylemlerle yürütülmeye çalışıldı. 2003’de 1 Mart tezkeresini red etmekle oyunun dışında kalmayı kabullendiğimizi, Kürtleri Washington’un güvenilir müttefiki yaptığımızı, Ortadoğu gibi son derece kaygan ve kaypak bir bölgede tek başımıza kaldığımızı göremedik. 

 

2003’de küresel güçlerle iş birliği yapmamayı tercih eden Türkiye, bölgedeki gelişmelerin dışında kalmış oldu. Dört yıl önce başlayan Arap baharı sürecinde ise, bu güçlerin tavrını önemsemeden tek başımıza rejimleri ve yönetimleri değiştirme girişimleri başlatıldı. Oysa ne ABD ve İsrail, ne AB ülkeleri, ne de Rusya ve İran, Türkiye’nin insiyatif almasını istemiyorlardı. Sonuç da ne Mursi’yi kurtarabildik, ne Esad’ı devirebildik, ne de Gazze’deki İsrail ambargosunu kırabildik.

 

Suriye’deki Baas rejiminin özellikleri dikkate alınmadan başlatılan girişimlerimizin hüsranla sonuçlanması şaşırtıcı değildir. Hafız Esad’ın liderliğinde elli yıl önce iktidarı ele geçiren Baas otokrasisi, başından itibaren orduya, polise, istihbarata, üst bürokrasiye rejime sadakatle bağlı Nusayri’leri yerleştirerek, devletin bütün stratejik alanlarını kontrolüne almıştır. Böylesine güçlü bir yapının derme çatma, dağınık milis güçleriyle devrilmesi mümkün değildir. Üstelik bu yönetimin devamını çıkarlarının güvencesi sayan Rusya ve İran ile Hizbullah rejimi bütün güçleriyle desteklediler. Esad’ın devrilmesi durumunda yerine gelebilecek İslamcı gruplardan rahatsız olan ABD ve İsrail’de ilk başta kararsız görülseler bile, çok geçmeden rejimden yana tavır aldılar. Aslında İhvan 1982’de Hama’da benzer bir girişim yapmak istemiş, Hafız Esad şehri top atışıyla harabeye çevirerek, otuz binden fazla insanı acımasızca katletmişti.

 

30 yıl sonra facia çok büyük çapta ülkenin genelinde yaşandı; Suriye’ye de,Suriye halkına da çok yazık oldu

Bu haber 594 kez okunmuştur.
  Yükleniyor...