ÇÖZÜM SÜRECİ YAHUT DEVLETİN HİPNOTİZE EDİLDİĞİ BİR DÖNEM - 1

2 Ekim 2015 18:25

 

Op.Dr.Levent Başyiğit

Türkocakları Isparta Şubesi Başkanı

 

Bir hekim hastasına yanlış teşhis koymuşsa ve ısrarla doğruluğunu savunuyorsa tedavi yapması mümkün değildir. Son aylarda terör saldırılarını hızla artmasının, silahlı başkaldırıya dönüştürülmeye çalıştırılmasının, vatan topraklarının bir bölümünün asimetrik savaş alanı haline getirilmesinin temel nedeni, gömleğin ilk düğmesinin daha baştan yanlış iliklenmiş olmasıdır.

 

2009’un yaz aylarında önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” vaadiyle başlatılan ve değişik adlarla 5 yıl gündemde tutulan projenin temelinin sağlam olmadığı, çok geçmeden yaşanan “Habur rezaleti”yle ortaya çıkmıştı. Ancak iktidar bu olayı doğru okuyup yanlışları düzeltmek, sorunu her yönüyle iyi bilen insanlarla, konunun uzmanlarıyla istişareler yaparak doğru ve gerçekçi yeni bir proje hazırlamak yerine, aynı çizgide yürümeyi tercih etti.

 

PKK’yı Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden bir terör örgütü saymayan, taleplerinin karşılanması maksadıyla eylem yapan“özgürlük savaşçıları” olarak gören, sürekli devleti sorumlu tutup, suçlayan liberal sol ve İslamcı aydınlar da iktidarın bu tutumunu övdüler, sürekli teşvik ettiler, desteklediler.

  

Oysa PKK ne iktidarın, ne de uygulanan projenin mimarı olan istihbarat şeflerinin sandıkları gibi, görüşmeler yoluyla hedeflerini değiştirecek, silah bırakmaya rıza gösterecek bir örgüt değildi. Kuruluşundan itibaren belirlediği hedeflere ulaşmak için silahı en etkili araç ve güvence sayan, çok katı ideolojik kalıplara, disiplin kurallarına, emir-komuta sistemine bağlı bulunan PKK, Devletin temsilcileriyle yaptıkları görüşmeleri başından itibaren siyasi bir taktik olarak kullanmaya çalıştı. Beş yıldır olanlara bakıldığında bunda önemli ölçüde başarılı da oldu.

 

PKK’yı İmralı’dan ve Kandil’den yönetenler ipleri ellerinden hiç bırakmadılar; bazen geri adım atar görünerek, isteklerini esneterek Devlet yetkililerinin hep ümitli ve iyimser olmasını sağladılar. Oslo’da, İmralı’da, bazen Kandil’de kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerde kullandıkları taktik manevraları, hiçbir zaman Devletin arzuladığı biçimde stratejik bir değişimle dönüşüm noktasına götürmediler.

 

PKK şartları kendi açısından uygun bulduğu anda saldırılarını sürdürdü. Üç yıl önce Silvan’da 13 askerimizin şehadetine yol açan PKK saldırısı, terör örgütünün amacı ve niyeti açısından olduğu kadar, sonuçları bakımından da unutulmaması gereken bir örnektir. PKK’nın Kandil’deki elebaşları 2012’nin yaz sonlarında “Devrimci Halk Savaşı” başlattıklarını açıklayarak, pilot bölge olarak seçtikleri Hakkâri, Çukurca ve Yüksekova’da özerk yönetimler kuracakları iddiasıyla eylem başlattılar. Buralarda alan hâkimiyeti sağlamak maksadıyla dağdaki kadrolarından yüzlerce militanı bölgeye yığdılar. Bölgede kalıcı olacaklarını, asla geri çekilmeyeceklerini ilan ettiler. Buna karşı Türk Silahlı Kuvvetleri zaaf göstermedi; bölgede kararlı şekilde operasyonlara başladı.

 

PKK, Türk ordusuyla arazide çatışmayı göze almasının bedelini ağır kayıplar vererek ödedi. Tam anlamıyla köşeye sıkışmış, bozguna uğramıştı. Ancak o esnada çok düşündürücü bir olay meydana geldi. Uludere’de sınırdan Türkiye’ye geçmek isteyen bir kaçakçı grubuna terörist zanlıyla yapılan hava operasyonunda 35 köylü hayatını kaybetti.

 

Yanlış istihbaratı kim vermişti? ABD’nin o dönemde teknik imkânlarıyla sağlayıp bazılarını bize ilettiği bilgilerin bu yanılgıdaki payı nedir? Bu gibi sorular halâ aydınlatabilmiş değil. Ama yapılan yanlış değerlendirmenin yol açtığı hasar büyük oldu. Hem hükümet içerisinde, hem de Silahlı Kuvvetlerin de komuta kademelerinde moraller bozuldu, endişeler doğdu. PKK’ya  etkili bir darbenin vurulacağı aşamada operasyonlar aniden durduruldu.

 

PKK gibi, tamamıyla asimetrik savaş düzenine göre organize olan bir örgüt silahlı eylemlerle sonuç alamayacağını görüp anlamadıkça, bunu sağlayacak nitelikte 2012’deki gibi Devlet tarafından etkili operasyonlar yapılmadıkça, kısacası psikolojik avantajı elde bulunduracak bir ortam olmadıkça yapılacak her görüşme, atılacak her adım sonuçsuz kalır.       

 

Hükümetin bu meseledeki bir başka yanlışı, KCK yapılanmasının anlamını, maksadını ve hedeflerini önemsememesi oldu. PKK’yı yönetenler, 2012 bozgunu üzerine yaptıkları değerlendirmelerde Türk ordusuyla kırsalda savaşacak kapasitede olmadıklarını gördüler. Tarzlarını değiştirerek B planlarını uygulamaya koydular. Bu planın esası KCK sistemi üzerinden, bölgede etkili oldukları şehirlerden başlayarak, “öz yönetimler” kurarak “özerk”lik inşa etmeyi içeriyor.

  

KCK’nın (Kürdistan Topluluklar Birliği) özelliği Öcalan tarafından tasarlanan Marksist-Stalinist ideolojiye göre kurgulanan, totaliter anlayışa, disiplin kurallarına, silah ve şiddete dayalı bir yapı olmasıdır. KCK sözleşmesinde (anayasasında) bireysel hak ve özgürlükler, batı tipi liberal demokrasi yozlaşma sayılarak karalanır. Komünal bir örgütlenme modeli benimsenir. Kürt etnikçiliği esas alınır.

  

PKK’nın da içerisinde yer aldığı “çatı örgüt” niteliğindeki KCK yapılanmasını 2012 bozgunundan sonra hayata geçirmek maksadıyla yoğun bir çalışma başlatıldı.  Şehirlerde “öz yönetim” kurabilmek, halkı baskı altında tutmak, örgüt disiplinini sağlamak için bir inzibat gücüne ihtiyaç vardı. Bir yandan dağdaki silahlı militanları sayısını artırmaya çalıştılar; diğer yandan şehirlerde YDG-H adıyla “öz savunma gücü” işlevi yapmak iddiasıyla yeni bir birim kurdular. Hakkâri, Şırnak, Diyarbakır ve Van gibi illerle, Cizre Yüksekova, Şemdinli, Nusaybin, Silvan gibi ilçeleri pilot bölgeler olarak belirlediler. Tunceli’yi müttefiklerini DHKP-C’ye bıraktılar. YDG-H bünyesine kattıkları gençlere dağda silah ve patlayıcı eğitimi verdiler.  Onları şehirlerde sık sık yol kesme, kimlik kontrolü yapma, korsan gösteriler düzenleyip güvenlik güçlerine molotof attırma eylemlerİ gibi devrimci halk savaşının şehir kadroları olarak hazırlamaya çalıştılar.

 

PKK-KCK kitlesel başkaldırı (serhildan) için yoğun şekilde hazırlanırken,  iktidarı görüşmelerle oyaladılar. Adeta hipnotize edip uyuttular. Bu hususta Öcalan etno-milliyetçi Kürtçülük hareketi açısından çok başarılı bir işlev yaptı, Devlet temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde inisiyatifi sürekli elinde tuttu. Ciddi anlamda hiçbir şey vermeden, çizgisinden sapmadan çözüm süreci adına Devletten istediklerinin önemli kısmını almayı başardı. Hükümet bölgede çatışma olmamasını, şehit cenazelerinin gelmeyişini politikasının başarısı saydı. KCK-PKK’nın Devlet içinde paralel bir devlet oluşturduğunu, kendi yargı düzenini, vergi sistemini oluşturduğunu, inzibat gücü kurmakta olduğunu görmezlikten geldi. Bölge halkında Devletin gidici olduğu kanaatinin yaygınlaştığını, Devlete sadık ahalinin göçe zorlanarak nüfus arındırılması yapıldığını, örgüte haraç verilmeden, pay ayrılmadan ticaret, yatırım ve ihale yapılamadığını fark etmek istemedi.

  

En büyük yanlış “bizden önceki yönetimlerin güvenlikçi politikaları sonuçsuz kalmıştır” denilerek askerin ve polisin devre dışına çıkarılması, istihbaratın askıya alınması, yargının çalıştırılmaması, köy korucularının kenara itilmesi oldu. Böylelikle son 3-4 yılda tarihimizde benzeri az görülen boyutta feci bir aymazlık, basiretsizlik, hareketsizlik ve yanılgı dönemi yaşandı. Güvenlik güçlerinin, askerin ve polisin, savcıların anayasa ve yasalarla verilen görevlerini yapmaları “olay çıkmasın, süreç zarar görmesin” gibi mülahazalarla engellendi.En acı örnek Dıyarbakır Lice'de Askeri bir Garnizondaki Bağımsızlığımızın sembolü Türk Bayrağı pkk lı teröristlerce indirilirken güvenlik güçlerimiz ne yapacağını bilemediler,olayı seyretmekle yetindiler. Özetle PKK-KCK hızla büyüyüp derinleşirken Devlet hareketsiz bekletilmiş oldu.

 

                Değerlendirmenin son bölümü yarın..........

Bu haber 772 kez okunmuştur.
  Yükleniyor...