Çözüm Süreci Yahut Devletin Hipnotize Edildiği Bir Dönem-2

5 Ekim 2015 18:31

                                                                                                                        Op.Dr.Levent Başyiğit

                                                                                                        Türkocakları Isparta Şubesi Başkanı

 

 Çözüm Süreci Yahut Devletin Hipnotize Edildiği Bir Dönem-2

 

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan TRT’de soruları yanıtlarken çözüm sürecinde yaşananları şöyle özetledi: “çözüm süreci içerisinde valilerimiz kendilerine verdiğimiz talimatlar gereği ciddi manada bu terör örgütlerine karşı şu andaki operasyonlara girmiyorlardı. Belki kendilerine çeki düzen verirler, belki bu şekilde devam etmezler ama maalesef kendilerine çeki düzen vermediler tam aksine bu süreç içerisinde ne yazık ki bir hazırlık safhasının içerisine girdiler.”

 

Hükümeti dolayısıyla Devleti temsil eden yetkili iki Bakanla, HDP temsilcilerinin Dolmabahçe’deki buluşmaları, Öcalan’ın mektubunun “mutabakat” görünümü içerisinde okunması tarihi bir faciadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan iki hafta sonra bu tablonun anlamının farkına varıp, bu hususta bilgisinin ve rızasının olmadığını açıklayarak metinde yer alan isteklerin yapılmasını engellemek suretiyle tahribatın daha da büyümesini engellemiş oldu. Ama bu müdahalenin yapılma ihtiyacının duyulmuş olması bile, yürütülen politikanın ne derece nahif, gayri ciddi ve yüzeysel olduğunun göstergesidir.

 

PKK, 7 Haziran seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, “devrimci halk savaşı”nı başlatmakta kararlıydı. Cemil Bayık, Beşe Hozat, Duran Kalkan gibi terör örgütünün yöneticileri aylarca önce çatışmasızlık döneminin bittiğini, eylem yapacaklarını defalarca açıklamışlardı.

 

Irak ve Suriye’de son yıllarda yaşananlar, IŞİD’in önlenemeyen yükselişi, Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın bu ülkedeki kolu olan PYD’nin ortaya çıkması, batılıların himayesinde Rojava adıyla kantonlar oluşturulması Pan-Kürdist harekete geniş bir manevra alanı ve imkânlar kazandırdı. Irak Merkezi Hükümeti ordusunun ve Peşmergelerin IŞİD karşısında tutunamamalarına mukabil, PKK-PYD güçlerinin direnmesi Washington’da takdirle karşılandı. PYD bir anda ABD’nin alandaki güvenilir müttefiki konumuna geldi. Türkiye’nin itirazları duymazlıktan gelinerek örgüte her türlü silah ve maddi yardımlar yapıldı. Bu arada PYD’nin Kobani’de IŞİD ile girdiği savaş örgüt tarafından PR malzemesi olarak kullanıldı. Buradaki direnişe milli mücadele görünümü kazandırılarak Orta Doğu’daki aralarında birliktelik bulunmayan Kürt gruplara etnik bilinç kazandırılmaya çalışıldı. Bu hususta epeyce başarı sağladıkları 6-7 Ekim olayları sırasında görüldü. 7 Haziran’da HDP’nin oylarının tahmin edilenin üzerinde çıkmasında Kobani motivasyonunun Kürt kökenli vatandaşlar üzerindeki etkisinin büyük payı oldu.

 

PKK-KCK, başta ABD olmak üzere son dönemde IŞİD sorunu vesilesiyle Batılılar nezdinde kazandıkları itibara dayanarak uluslararası arenada meşruiyet kazanmak, Türkiye’deki başkaldırı girişimlerine destek bulmak istiyor. Bunu istedikleri kadar olmasa bile, belirli bir nispette temin ettikleri söylenebilir. İki aydır Türkiye’de yaşanan kanlı terör saldırılarına karşı ABD’nin sessiz kalması, ciddi bir kınama yahut engelleme girişiminde bulunmaması her bakımdan düşündürücüdür.

 

Türkiye geçen yüzyılın başlarından bu yana hiçbir dönemde şimdiki kadar yalnız olmamış, doğrudan ülke bütünlüğüne ve bekasına yönelik tehditler karşısında tek başına bırakılmamıştı.

 

Bu durum sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batılılar nezdindeki itibar sorunundan kaynaklanmıyor. Orta Doğu jeopolitiğini değiştirmeye kararlı olan uluslararası aktörler, Türkiye’yi masanın dışında tutmak istiyorlar. Cumhurbaşkanı’nın son konuşmalarının birinde ülkemiz üzerinde operasyon yapılma niyetlerini ima ederek “Türkiye’yi bölmekten ne kazanmış olacaksınız” diye sorması kaygıların kuruntu olmadığı anlamına geliyor.

 

Şu anda Washington’un sadık bir neferi gibi emre hazır konumda olan PKK ve Kandil, ABD’nin bilgisi ve izni olmadan bu kalkışma girişimini yapabilir mi? ABD iki ay önce olayların başladığı günlerde başta Adana ve Diyarbakır olmak üzere vatandaşlarını ve personelini bölgeden tahliye etmeye neden gerek gördü? ABD ve Batı  ülkeleri “silahlar sussun, görüşmeler tekrar başlasın” mesajları iletirken Türkiye ile terör örgütünü neden aynı kategoride görüyorlar? Bölgenin yeni parlatılan gücü görünümünde olan İran, Türk Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarından neden rahatsızlık duyuyor? İran sınırındaki Ağrı, Doğu Beyazıt ve Iğdır gibi yerlerde terör saldırılarının önceki yıllarla kıyaslanmayacak derecede artmış olmasının arkasında ne var?

 

Türkiye, mevcut tabloyu iç ve dış şartları doğru okumak, gerçekçi olmak, yapılan yanlışlar yüzleşmek, tekrarlarından kaçınmak zorundadır. Şu anda PKK’yı da aşan çok daha büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. Küresel güçler ve ABD Orta doğu jeopolitiğini değiştirmek istiyor. El Kaide ve IŞİD gibi cihadist tehditlerin kaynağı olarak Sünni İslam’ı görüyorlar. Şiiliği etkili bir siyasi aktör kılarak, İran’ı ön plana çıkartarak cihadist akımları frenleyeceklerini düşünüyorlar. Diğer taraftan bölgenin zengin yer altı kaynaklarını kontrollerinde tutmak, siyasi ve ekonomik çıkarlarının jandarmalığını yapmak maksadıyla bir Kürt devleti oluşturmayı planlıyorlar. Kuzey Suriye’deki 3 kanton bunun ilk ayağı olarak şimdiden devreye girdi. Projenin 2. ayağında Güneydoğu bölgemiz var. PKK bu projenin taşeronu olarak kullanılırken, arkasındaki güçler Türkiye’yi terör saldırılarıyla bunaltarak köşeye sıkıştırarak, devreye girecekleri uygun bir ortamın oluşmasını bekliyorlar.

 

Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere, ülkeyi yönetme sorumluluğu taşıyanların “ çözüm sürecini istismar ettiler, bölgede tonlarca patlayıcı ve silah yığınağı yapmak için kullandılar” şeklindeki sözleri yapılan yanlışların, basiretsizliğin, aymazlığın kabulü anlamına geliyor. Ama kabulleniş sözde kalmamalı,  vakit geçirmeden yeni bir paradigma, doğru bir politika oluşturulmalıdır.

 

Bu yapılırken öncelikle devlet kademelerinde görev verilen insanlarda bilgi, nitelik, tecrübe ve milli bilinç gibi özellikler esas alınmalıdır; çoktandır tercihlerde esas olan siyasi bağlılık ve sadakat gibi kriterler artık devreden çıkarılmalıdır. Mesela Devlet tecrübesine sahip, meslek hayatları başarıyla dolu birçok vali merkezde depolanırken, liyakatsizlikleri aşikâr olan bazı insanlar siyasi biat ve yakınlık, lidere bağlılık gibi özellikleri nedeniyle kriterleri nedeniyle en kritik bölgelere gönderilebiliyor. Bu tarz tercihler sonucunda Devlet kurumları işlemez hale geliyor, istihbarat  zaafı doğuyor. Yasalar işlemiyor, vatandaşın Devlete güveni sarsılıyor. 

 

Güvenlik güçlerimizin, askerimizin ve polisimizin iki aydır canlarını dişlerine katarak, şehitler vererek, kanları ve canları pahasına etnikçi-bölücü Kürtçülük hareketinin başkaldırı girişini bastırmak maksadıyla yürüttüğü çabaların havada kalmaması, pratik bir sonucu ulaşması için, yönetim sorumluluğunu taşıyanların biran önce kendilerini toparlamaları gerekiyor. Gerçeklerle cesaretle yüzleşilmeli, yanlışlar kabullenilmelidir; bölücü terör, etnik sorunlar, uluslararası politikalar ve toplumsal psikoloji gibi konuları iyi bilen, nitelikli, tecrübeli ve vatansever uzmanlarla görüşülerek yeni bir yol haritası belirlenmelidir.

 

Türkiye hızla bir yol ayrımına  doğru giderken, sorunun çapıyla, önemiyle ve ciddiyetiyle orantılı doğru bir politika belirlemediği takdirde, doğacak sonuçların altından kimse kalkamaz.

 

Bu haber 656 kez okunmuştur.
  Yükleniyor...