Millî Seferberlik, Dayanışma ve Birlik Zamanı-2

18 Ocak 2017 13:27

Millî Seferberlik, Dayanışma ve Birlik Zamanı-2

                                                                            Op.Dr.Levent Başyiğit

                                                         Türkocakları Isparta Şubesi Başkanı

 

Yakın tarihimizde toplumun kamplaşmasına yol açan siyasî kavgalardan, düşmanlıklardan kaynaklanan felaketleri unutmamalıyız. Bazı tarihçilerin “Hürriyetin ilânı” diye tanımladıkları II.Meşrutiyet döneminde, 1908 ve sonraki yıllarda  İttihatçılarla muhalifler arasında başlayan siyasi rekabet, kısa zamanda düşmanlığa dönüştü; Devlet fonksiyonunu icra edememek durumuna geldi.

                1912’de düne kadar Devlet-i Aliyye’nin kanatları altında yaşamış olan, devletleşme aşamasını henüz tamamlayamayan Balkan devletçikleri Osmanlı’nın içine düştüğü bunalımı fark edip saldırmak maksadıyla anlaşmalar yaparken, İttihatçılarla karşıtları birbirlerini boğazlamaya çalışıyordu. En büyük çekişme ordu içerisinde cereyan ediyordu. Subayların bir çoğu sorumluluklarının, görevlerinin hakkını vermek bir yana, kendilerini taraftarı oldukları siyasi merkezin memuru gibi görüyorlardı. Büyük devletler muhtemel bir savaştan Osmanlı’nın galip çıkacağını düşündüklerinden henüz çatışma başlamadan sınırların değişmeyeceğini açıklayacak derecede endişeliydiler.

 Sonuçta savaşın daha başlarında siyasi kutuplaşmaların nelere yol açtığı, devleti nasıl savunmasız hâle getirdiği görüldü. Rumeli’de bazı ordularımız sayıca üstün olmalarına rağmen tek kurşun atmadan silahlarıyla birlikte teslim oldular. Daha on beş yıl önce 1897’de çıkan savaşta Osmanlı ordusu karşısında bozgun halinde Atina’ya doğru kaçışan, ancak büyük devletlerin müdahalesiyle felaketten kurtulan Yunanlılar, kurşun atmadan Selanik’e girdiler. Balkan faciası siyasetin muhaliflerini yok sayma, rakiplerini ezerek, sindirerek otoriter bir yönetim kurma aracı tarzına dönüştürülmesinin sonuçlarını gösteren ibretlik bir tablodur.

Türkiye’yi kana bulayan terör örgütleri sadece benimsedikleri politik, ideolojik ve dinî tercihler ve amaçlar adına eylem yapmıyorlar; ilişkide oldukları dış merkezlerin hesaplarına hizmet veriyorlar, onların taşeronluğunu yapıyorlar. Bu nedenle Türkiye, terörle mücadeleyi bir taraftan kendi iç şartlarına, ihtiyaçlarına göre plânlayıp yürütürken, diğer taraftan uluslararası dengeleri, özellikle Suriye ve Irak jeopolitiğini çıkarlarına göre yeniden düzenlemeye çalışan ülkelerin pozisyonunu, gücünü iyi hesaplamak, ilişkilerini hassas dengeler üzerinde düzenlemek zorundadır.

 Bu açıdan Suriye politikamızda ve Rusya ile ilişkilerimizde son aylarda yaşanan değişim isabetli olmuştur. Fakat büyük güçlerle, özellikle bölgeyle ilgili hesaplar yapan ülkelerle politika yürütmek büyük beceri ve ustalık ister; sağlıklı tespit ve istihbarat gerektirir. Bu hususlarda eksik ve yetersiz kalındığı zaman nelerle karşılaşacağımızı beş yıldır deneyip gördüğümüze göre, aynı yanlışları tekrarlamaktan özenle kaçınmalıyız. Devletler arasında dostlukların da düşmanlıkların da kalıcı olmayıp çıkarlara ve konjonktüre göre değiştiği gerçeğini hiçbir zaman unutmamalıyız.

Ortaköy’deki katliamın faili umarız sağ yakalanır ve bu korkunç saldırının arka plânına ait belgelere, gerçeklere ulaşılır. Ancak bu olsa bile IŞİD gibi fanatik bir yapıyı doğuran sosyolojik ortam, selefi-cihadist din algısı değişmedikçe ne İslâm dünyasında ne de Türkiye’de yanlış din algısından kaynaklanan, ortamı terörize eden akımların önlenmesi, sorunun çözümlenmesi mümkün olmayacaktır.

Türkiye’de halen selefici bağnaz bir anlayış “gerçek Müslümanlık budur” iddiasıyla giderek yayılıyor. Devletin bu konuda acilen önlemler alması, ilahiyat fakülteleri başta olmak üzere dinî eğitim veren kurumların yeniden düzenlenmesi gerekiyor. İslâm’ın özüyle bağdaşan, İmam Mâtürîdî’nin ortaya koyduğu inanç sistemine uygun eğitim veren müesseselere ihtiyacımız var. Bu olmadığı zaman ne gibi sorunlar yaşandığını artık görebilmeliyiz. İnsan fıtratında mevcut manevî eğilimler, dinî temayül doğru eğitimle beslenip zenginleşmediği zaman çeşitli cemaat ve grupların şifahi ilişkiler kurarak, özellikle genç beyinleri nasıl devşirdiklerini, yönlendirdiklerini, birer kukla haline getirip kriminalize ettiklerini unutmamalıyız. Bu sadece FETÖ ile ilgili bir sorun değildir. Manevî nüfuzunu kullanarak mensuplarının güven ve sadakatini sağlayan bazı “efendi”lerin ilişkilerini İslâm’ın ahlâkî ölçüleriyle bağdaşmayan tarzda ticari ve ekonomik şirketleşmeye çevirdikleri, her türlü denetimden uzak şekilde büyüyüp serpildikleri bir gerçektir.

 Hem İslâm âleminde hem de ülkemizde sorunlar üreten, İslâm’ın itibarını zedeleyen, İslâmafobiyi besleyen dinî referanslı bu yapıları yeterince tartışmıyoruz. Diyanet camiası garip bir çekingenlik halinde suskun kalıyor. Oysa Ali Bardakoğlu, Mustafa Çağırıcı, Hilmi Demir, Recep Kılıç, Hasan Onat, Mustafa Öztürk gibi her açıdan konuya vukûfiyeti olan, İslâm’ın ihtiyaç duyduğu ilmi tedrisatı hazırlayıp yürütecek çok sayıda âlimimiz var. Ama ne yazık ki bunları devreye sokup yararlanılmadığından İslâm dünyasının ihtiyacı bulunan ilim ortamını oluşturamıyoruz. Dinî hassasiyeti olan insanları, özellikle gençleri din adına faaliyet gösteren, manevî duyguları acımasızca sömüren, taraftarlar arasında adeta kutsanan, kült haline getiren birilerine terk ediyoruz.

 Halen ülkemizde uydu üzerinden dinî içerikli yayın yapan onlarca televizyon var. İnsanlarımızın genellikle okuma ve araştırma alışkanlığı bulunmadığından bu yayınlar geniş bir izleyici kitlesi bulabiliyor. Dindar insanlar göze ve kulağa hitap eden bu yayınlardan haz duyuyorlar. Ancak bu yayınlarla ilgili ciddi bir araştırma ve inceleme yapılacak olsa, aslında ne kadar zararlı oldukları, kafaları nasıl karıştırdıkları kolayca görülebilir.

IŞİD’in eylemcilerini yahut uyuyan hücrelerini yakalayıp bertaraf etseniz bile, bugünkü dinî eğitim ortamında yenilerin üremesi engellenemez; bu konularda yayın yapan televizyonlara çeki düzen verilmediği sürece sorun daha da büyür.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ülkemize yönelik tehdit ve saldırıları kaynağında yok etme hususunda kararlıyız” ifadesi elbette önemlidir ve bunun gereği yapılmaya devam edilmelidir. Ancak PKK, DEAŞ (IŞİD), DHKP-C ve FETÖ gibi örgütleri etkisiz kılmak, tehlike olmaktan çıkarmak, en azından marjinal hâle getirmek için hem dinî hem de millî ve bilimsel eğitim konusunu ciddiyetle ele almak, vakit geçirmeden köklü düzenlemeler, reformlar yapmak zorundayız. 

Bu haber 552 kez okunmuştur.
  Yükleniyor...