“Lüks ve pahalı iftarlardan kaçınmalıyız”

10 Temmuz 2013 18:16

Saadet Partisi Merkez İlçe Tanıtma Başkanı Süleyman Zengi, Ramazan Ayı’nın anlam ve önemine binaen yazılı bir açıklama yaptı. Zengi’nin açıklaması şöyle: “İbadet, ubudiyet, tapınma, kulluk" kelimeleri "itaat etmek, boyun eğmek, kutsal manada saygı sunmak, en büyük varlık diye iman edilene yaklaşmak için bir takım merasimler ifâ etmek ve hareketler yapmak"tır. Bir ayete göre insanlar ve cinler "kulluk etsinler diye" yaratılmışlardır.(zariyat 56) Kâfiri mü'mini, fâsıkı âbidi, iyisi kötüsü, maddecisi ruhçusu ile bütün insanlar kulluk etmektedir; ancak kimi kula, kimi nefsine, kimi dünya menfaatlerine, kimi gazap ve ihtiraslarına, kimi gerçek diye inandığı bir hayale veya ideolojiye, kimi batıl mabutlara... kimi de yegâne ma'bud (tapılmaya layık) olan Allah Teala'ya.

Bütün hak dinler gibi İslâm'ın da gayesi insanı bütün batıl inanç ve kulluklardan kurtararak kendini ve Rabbini tanıtmak, yalnız O'na ibadet etmesini sağlamak, bütün mevcudiyetiyle O'na bağlamak ve bu bağlılık içinde gerçek hürriyete kavuşturmaktır. İnsan mutlak manada hür değildir ve olamaz; yukarıda işaret edildiği üzere mutlaka bir bağlılığı ve kulluğu vardır; şu halde asıl kölelik ve esaret, insanın kendisinden aşağı veya ona denk olana bağlanması, kul ve köle olması, gecesini gündüzünü onun yoluna feda etmesidir. Hürriyet ise bu bağlılıklardan kurtularak büyüklük ve kemaline sınır, yücelik ve azametine hudut bulunmayan Allah'a bağlanmak, O'na kul olmak, kainata bu kulluk imanı içinde bakmak, her şeyi bu anlayış içinde yerine koymaktır.

İslâm dini bu "ebedî mutluluk vasıtası kulluğu, bu bağlılık içindeki hürriyeti" temin edebilmek için insanlığa bir iman nizamı, bir ibadet, hukuk, devlet, iktisat, cemiyet... nizamı getirmiştir. Temizlik, namaz, oruç, hacc, zekât, cihad, Allah rızası için yapılan her davranış, dua, zikir... ibadet binasının bölümlerini teşkil etmektedir. İbadetlerin hikmet ve gayelerinin birisi ve en önemlisi "nefsi tezkiye, ruhu tasfiye"dir; yani insanı terbiye etmek, bütün imkân ve kabiliyetlerini hayra, iyiye yöneltecek hale getirmektir.

Her yıl idrak edip bir ay yerine getirmeye çalıştığımız Ramazan ibadeti çok değerli ve amaca uygun bir ibadet demeti olup oruç, teravih namazı, sahur, iftar, fukaraya tasadduk ve ikram, ayın sonunda fıtır sadakası gibi ibadetlerden teşekkül etmektedir. Bu hususta yeri gelmişken lüks ve pahalı iftarlardan kaçınmamız lazım ki, iftar açtırmaya müsait olanlar veya dini manada zenginlerimiz müsait iseler evlerinde vermeleri, yemekleri kendileri veya  aşçıları hazırlamaları,  en önemlisi de davetliler arasında mutlaka ve önemli sayıda yoksulun bulunması, bunlarla beraber oturulması ve yemekten sonra kendilerine diş kirası (para, kumaş, başkaca hediyeler) verilmesi. İftardan sonra namaz için hazırlanmış salona geçilip, akşam namazı cemâatle eda edilip, isteyenler kalır, çay kahve içilerek sohbet edilir, yatsı vakti girince de cemâatle yatsı ve teravih namazları kılınması. Şimdi lüks yerlerde, oldukça ihtişamlı iftar davetleri dönemine girildi, İslâm ile bu mânâda ilişkisi olan zenginler, ya çok yıldızlı bir otelde yahut da lüks/pahalı bir lokantada iftar veriyorlar. Davetliler arasında fakir fukara yok, ya firmanın ağır müşterileri veya eş dost, itibarlı kişiler var. Davetliler her zaman bu yemekleri bulabilen, yiyebilen kimseler, davetli profiline bakıldığında amacın da ticarî, siyasî, maddî olduğu anlaşılıyor. Yemekten sonra abdest alacak, namaz kılacak doğru dürüst bir yer bile yok, garsonlar perde veya masa örtüleri getiriyorlar, daracık yerlere seriyorlar, kıbleyi de yalnızca onların bir kısmı biliyor

Orucun faydalarını sıralarken, "yoksulların halleriyle hallenmek, onları anlamak, yardım için motive olmak" diyoruz. Lüks iftarlar böyle bir hallenme ve şevklenmenin eseri olmaktan uzak. Pahalı iftarlara ödenen paralarla belki bin fakirin önemli ihtiyaçları karşılanabilir. Şuurlu ve samîmî zenginlerimize tavsiyemiz, bu çeşit iftarlar vermek yerine, yukarıda güzel örneklerini sunduğumuz neviden iftarlara yönelmeleri, Ramazan rûhaniyet, bereket ve şefkatini iftar ziyafetlerine de yansıtmak için gayret göstermeleridir.

FİRAVUNU DÜZENE KARŞI İSLAM, RAMAZAN VE ÜMMET BİRLİĞİ

Ümmet, birliğini arıyor. Osmanlının yıkılması ve ardından da halifeliğin kaldırılmasıyla imamesi kopmuş bir tespihin taneleri gibi dağıtılan İslam Coğrafyası “Vahdet”ten uzak geçirilen bir asır boyunca adeta zillete mahkum edildi. Önce karış karış işgal edilen sonra sınırları cetvelle çizilerek bölünen İslam coğrafyasına bir sonraki aşamada sözde bağımsızlıklar verildi. Bu süreçte işbirlikçi diktatörlükler ve veya aile monarşileriyle sömürülmeye devam edilen İslam coğrafyası bugün de işbirlikçi sözde demokrasi yönetimleriyle kontrol, baskı ve sömürü altında tutulmaya çalışılıyor. Vahdetten uzaklaşan Ümmet-i Muhammedi bu gerçekle bir kez daha yüzleştiren Mısır halkına karşı yapılan darbe ve Müslümanlara İSLAM BİRLİĞİ çağrısını daha güçlü bir şekilde yapıyor.

Türkiye’mizde yapılan ve gerek batı taklitçi zihniyetin ürünü veya Firavuni düzenin takipçisi askeri darbeler (27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1970 Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi) diğer muhtıralar gibi, Muhtıra (Bir kişi, bir grup ya da kurumca, başka kişi, grup ya da kuruma uyarıda bulunma, bir şeyi anımsatma amacıyla gönderilen yazı) Muhtıra kelimesi Türk siyasi tarihine, 12 Mart 1971'de dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu’nun imzasıyla radyodan okunan bildiriyle girdi.

Türkiye’nin yaşadığı bir başka “muhtıra” vakası da 27 Aralık 1979'da, dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve komutanların o zamanki Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk‘e verdikleri uyarı mektubuydu. Uyarıyı, hükümet ve muhalefet dikkate almayınca 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Bir diğer muhtıra 27 Nisan 2007 tarihinde gerçekleşti. Muhtıra, Genelkurmay Başkanlığı tarafından TSK’ın internet sitesinden kamuoyuna duyuruldu. İnternet üzerinden yayınlanmasından sonra muhtıraya, “e muhtıra” denmeye başlandı.

Tam kırk yıl önce, Milli Nizam döneminde, İzmir’de bulunduğu bir süreçte, Erbakan Hoca’nın ağzından dua ve temenni makamında şu sözler dökülüyordu:

“NİZAM’la Bismillah

SELAMET’le İnşaallah

REFAH’la Maşaallah

FAZİLET’le Elhamdülillah

SAADET’e Ulaşanlara Selam Olsun..!”

Evet, Dünya ve Ülke dengelerindeki gelişme ve değişmeleri yıllar ötesinden, basiret ve isabetle öngören, hatta yön veren bu büyük lider, Konya Milli Görüş 40. Yıl kutlamalarında, artık; “çok yakın ve kesin bir zaferin” müjdesini veriyordu. Kendileri Hakka hicret edip aramızdan ayrılsalar bile, büyük mehdiyet ve medeniyet devriminin, ancak ve mutlaka Onun prensip ve projeleriyle gerçekleşeceği kesinlik kazanıyordu.

Bu projelerinden bir tanesi de Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Hocamızın 54, hükümeti zamanında gerçekleştirilen D8 projesiydi ki, “YÜZ YILIMIZIN PROJESİ” ve armağanı olarak adlandırmak mümkün çünkü, D-8 oluşumu Erbakan vizyonunun sembolüdür. Erbakan’ı tanıyanlar, onun 42 yıllık siyasi çizgisini bilenler bu oluşumun amacını da bilirler. D-8’ler “Yeni Bir Dünyanın İlk Adımıdır.” diyen Erbakan, siyasi faaliyetlere başladığı günden bugüne dek hep haksızlıklara karşı mücadeleyi kendisine ilke edinmiştir.

Her nedense Erbakan, ilk günden beri ve sistemli bir şekilde çok yüksek mahfiller tarafından bu ülke insanına yanlış tanıtılmıştır. Bunda Erbakan’ın dünya görüşünün etkili olduğu iddia edilebilir. Ama en az bunlar kadar Erbakan’ın söylemlerinden herhangi bir nedenle rahatsızlık duyanların bu işte parmaklarının olduğu da unutulmamalıdır. Erbakan’ın önüne çıkarılan engeller, bu görüşlerinin faturası da olsa, Erbakan’ın bu düşüncelerinden dolayı pişman olduğunu söylemek mümkün değildir.

Çünkü Erbakan, Yeniden Büyük Türkiye ve Yeni Bir Dünya idealine yürekten inanmış ve bu inancından da hiçbir zaman vazgeçmemiş bir liderdir. Bunu başaracağından da son derece emin olan Erbakan gücünü, haktan ve haklıdan yana olan 1.5 milyar İslam Aleminden almaktadır.

D-8'LER NASIL KURULDU?

D-8'ler 1997 günü İstanbul Çırağan Sarayı'nda Bangladeş, Mısır, İran, Malezya, Nijerya, Pakistan, Endonezya ve Türkiye'nin devlet ve hükümet başkanlarının bir araya gelmesiyle kuruldu. D-8'in kuruluşu tüm dünyaya 'İstanbul Deklarasyonu' ile ilan edildi. Bu ilan Başta Türkiye olmak üzere tüm dünya da geniş yankı uyandırdı. Emperyalist Batı tarafından ezilen ve sömürülen İslam dünyası, bir çıkış yolu bulmanın sevinciyle D-8'lere büyük ilgi gösterdi.

 D-8'lerin bayrağında, temel ilkelerini sembolize eden 6 tane yıldız  konulmuştur. Bu yıldızlar 6 ilkeyi ve 6 büyük misyonu temsil eder.  54. Türk Hükümeti Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, bu 6 prensibi "Bu prensipler sadece D-8'lerin kendi prensipleri değil, Yeni Bir Dünya'nın kurulmasının da temel esaslarıdır." diye özetlemiştir. Bu sekiz ülkenin gerek dünya nüfusunun beşte birine yakın bir nüfusa sahip olmaları, gerekse siyasi, askeri ve  stratejik açıdan son derece önemli bir güce sahip olmaları, bu projenin ortaya çıkardığı potansiyel açısından nasıl bir hayati öneme sahip olduğunu göstermiştir.

Erbakan 'D-8'in insanların barış ve adalet duygusunun her geçen gün arttığı bir ortamda, insanlığa bir umut olarak kurulduğunu, Savaş değil, barış! Çatışma değil, diyalog! Çifte standart değil, adalet! Üstünlük değil, eşitlik! Sömürü değil, işbirliği! Baskı ve tahakkümün yerine de insan haklarını koyan ve hakkı savunan bir proje olarak doğduğunu' dile getirmişti.

D-8’İN ÖNEMİ BİR KEZ DAHA ANLAŞILDI

Askeri darbe üzerine Mısır’ın üyeliğini askıya alan Afrika birliği darbecilere karşı tavır korken, İslam İşbirliği Teşkilatı sessiz kalarak, Arap ligi de “tebrik ederek” darbe yönetimine meşrutiyet kazandırdı. İslam dünyasının bu başsız, dağınık ve çaresiz haline bakınca Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN’ın  Türkiye’nin liderliğinde 16 yıl önce kurduğu D-8 önemi bir kez daha kendisini gösterdi.

ORUCUN TARİFİ, HÜKMÜ VE TARİHİ

"Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı. İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerden sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlar için bir yoksulun (günlük) yiyeceği kadar fidye yeterlidir. Bir iyiliği mecbur olmadan yapan için bu (yaptığı) iyidir. Ama orucu tutmanız -bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır."(Bakara: 2/183-184)

Oruç Allah'ın buyruğunu yerine getirmek ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak için ibadet niyetiyle müminin, belirli bir süre zarfında her türlü yemeyi, içmeyi ve cinsî ilişkiyi terketmesidir. İslâm'ın getirdiği oruç, zamanı, süresi, şartları, hangi fiillerle ve davranışlarla bozulduğu, tanınan kolaylıklar bakımından daha önceki dinlerde ve milletlerde görülen oruçtan farklıdır.

Oruç ibadeti İslâm'dan önce de bilinen ve İslâm'dakinden farklı da olsa uygulanan bir ibadet idi. Hz. Peygamber'in mensup bulunduğu Kureyş kabilesinden olanlar da âşûrâ günü oruç tutarlardı. Mekke'den Medine'ye hicret edilince burada yahudilerin de aynı günde oruç tuttukları görüldü. Hz. Peygamber bunun sebebini sordu; "Bugün Allah Teâlâ'nın Mûsâ'yı kurtardığı gündür" dediler. "Bizim Mûsâ ile hak ilişkimiz sizinkinden daha fazla" buyurdu ve o gün kendisi oruç tuttuğu gibi müminlerin de tutmalarını emretti. Bir yıl sonra ramazan orucu farz kılınınca Hz. Peygamber, âşûrâ orucu için "Dileyen tutsun, dileyen tutmasın" buyurdu. Böylece sözü edilen oruç farz olmaktan çıktı, mendup bir ibadet hükmünü aldı (Buhârî, "Savm", 69, "Tefsîr", 2/24; Müslim, "Sıyâm", 132-137) .

Kur'an'da geçen "üzerinize yazıldı" ifadesi -aksine bir karîne bulunmadığında- "farz kılındı" mânasına gelmektedir. Bu âyet hicretin 1. yılında Hz. Peygamber tarafından tutulması emredilen aşûrâ orucunun farz olma hükmünü kaldırmış, onun yerine 2. yılın başında ramazan orucunu farz kılmıştır.

"Sizden öncekilere..."den maksat birinci derecede yahudiler ve hıristiyanlardır; çünkü Müslümanların tanıdığı Ehl-i kitap'tan olan gayri müslimler bunlardır. Yahudiler, ekim ayına rastlayan yılbaşılarından on gün sonra, gün batımından ertesi günün gün batımına kadar bir oruç tutarlar, günahların bağışlandığı gün olarak kabul ettikleri bu farz kılınmış oruç gününe "kipur" adını verirler. Ayrıca yılın farklı günlerinde tuttukları başka farz oruç ve nâfile oruçlar da vardır. Hıristiyan şeriatında -Tevrat'ta olandan başka- bir oruç yoktur. Hz. Îsâ kendisine peygamberlik gelmeden önce kırk gün oruç tuttuğu için hıristiyan din adamları bunu da ibadet olarak telakki etmişlerdir (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr(tefsir) I, 157; Matta, 6/16).

Hz. Peygamber, "Allah'ın en çok sevdiği oruç Dâvûd peygamberin orucudur. O, bir gün açar (yer), bir gün oruç tutardı" buyurmuştur (Buhârî, "Savm", 56; Müslim, "Sıyâm", 181-202). Bu hadis daha başka peygamberlerin getirdikleri ilâhî dinlerde de oruç ibadetinin bulunduğunu göstermektedir.

 

Bu haber 1165 kez okunmuştur.
  Yükleniyor...