Türklüğün Derin ve Kapsayıcı Manasını Anlamamak-1

26 Kasım 2013 15:42

Op.Dr.Levent Başyiğit

Türkocakları Isparta Şubesi Başkanı

 

 

Türklüğün Derin ve Kapsayıcı Manasını Anlamamak-1

  

Öyle anlaşılıyor ki, bu ülkeyi 11 yıldır yöneten anlayış Türk kavramının bir etnisiteyi ifade ettiğine samimi olarak inanıyor. Kendisinin de Türk olduğunu ifade eden Sayın Başbakanın şu sözleri bu inancın açık bir delilinden başka bir şey değil:

 

“Özgürlükçü olmak, tüm milleti temsil etmektir. Demokrasiyi müdafaa etmek tüm milleti savunmaktır. Bir etnik milleti savunmak, milleti sevmek anlamına gelmez. Millet kavramının içinde Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Roman, Boşnak var. Ama siz bunun önüne bir etnik unsurun ifadesini koyarsanız olmaz. Türkiye Cumhuriyet vatandaşlığı çatısı altında hep birlikte toplanalım. Bir olduk, iri olduk, diri olduk, Türkiye olduk. Olay bu.”

 

Tarihin ve kültürün bir gerçeği olarak Türk olmanın, Türk kimliğinin saklanacak, “gocunulacak” bir şeymiş gibi takdimi en hafif ifadeyle hazin… Bu topraklarda bin yıldır Türk siyasî hâkimiyeti var. Hanedan devletleri döneminin anlayışı farklı idi ama dışarıda bu topraklara bakanlar bu coğrafyaya Türkiye yani Türklerin ülkesi adını verdiler. Bizim Devlet-i Aliyye dediğimiz devletimizi onlar Türk İmparatorluğu olarak ifade ettiler. Etnik kökeni ne olursa olsun Osmanlı Devleti’nin yöneticilerini ve halkını Türkler olarak adlandırdılar. Sayısız belge, seyahatname, sefaret raporu, Türkler hakkında yazılmış kitapta geçen bu tespitler kolektif bir yanılgının ürünü değil, gerçekliğin birer ifadesiydi.

 

Bu topraklarda en azından XI. yüzyıldan itibaren Türk siyasi idaresi ve Türk kültürünün, XIII. yüzyıldan itibaren Türkçenin hâkimiyeti teessüs etmiştir. Devşirmeler devlet hizmetine alınınca Türkçeyi ve İslam dinini öğrenmeleri maksadıyla “Türk’e veriliyordu”. Devletleşme aşamasında Osmanlı padişahları kendi tarihlerini Türkî lisan üzere yazdırmaya önem veriyordu. Kadı mahkemelerinde, Arapların yoğun olduğu bölgeler dışında, mahkeme kayıtları Türkçe tutuluyordu. Modernleşme döneminde, gayrimüslim tebaaya bütün hakların verildiği bir dönemde hazırlanan anayasada (Kanun-ı Esasi’de) resmi dil Türkçe idi. Bunları uzatmak mümkün, ama burada önemli olan bu değil.

 

Türkiye’de bazı çevrelerde gözlenen bir durum var. Bu topraklarda yaşayan farklı etnik gruplara mensubiyetin ifadesi genellikle hoş görülürken yani Araplık, Arnavutluk, Çerkezlik, Kürtlük gibi kimliklerin ifadesi hoş görülürken nedense Türklük kavramına karşı bir alerjinin var olduğu intibaı ediniliyor. Tabii bunu herkese teşmil etmek yanlış ama Türk kavramını kullanmak ırkçılıkla eşdeğer addediliyor. Zaman zaman Türk milleti, Türk kültürü, Türk tarihi kavramlarını olumlu kullanan bazı siyasîlerimizin özellikle Doğu Anadolu’ya gittiklerinde Türklük kavramını Kürtlüğün karşısına yerleştirip etnik milliyetçiliğe karşı olduklarını ifade etmeleri tuhaf bir mantık örgüsüyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

 

İslam’da kavmiyet yoktur anlayışının, tarihî realiteyle de dinin esasıyla da bağdaşmayan siyasî ümmetçiliğin geçmişten intikal eden yükünü bir türlü atamayan siyasî hareketin bu tavrı, dış politikada idealpolitik ile realpolitiğin dengesini kuramamasının da asıl sebebidir. Türkiye’nin önünde ciddi seçeneklerin bulunduğu bir çağda, Orta Doğu siyasetini İ.H.H, Hamas ve İhvan’a endekslemek, ilkeli bir duruş gibi görünse de Büyük Orta Doğu projesi, İran ve Suriye siyasetlerindeki yüzseksen derecelik dönüşler derinde başka bir unsurun, adeta fikr-i sabit haline gelmiş bir anlayışın tortularının yattığını ima ediyor. Türkiye, pek âlâ Türk Dünyası, Orta Doğu ekseninde ilişkilerini derinleştirirken yükselen küresel güçler arasındaki dengeleri de dikkate almalıdır. Gerçi Çin ile ilişkiler bir bakıma bunu gösteriyor ama bu Türkiye’nin Orta Doğu siyasetindeki bariz yanlışlarını örtmez.

 

Türkiye’nin yöneticileri şunu anlamalıdır. İslam tarihinde de Hristiyanlık tarihinde de bu dinlerin mensuplarının kurduğu devletler veya oluşturdukları siyasî hareketler diğer dinlerin mensupları karşısında olduğu kadar belki de daha fazla kendi aralarında çekişme ve çatışmalar yaşamıştır. Temenni düzeyinde inananların birliğini ve kardeşliğini arzu etmek, bunun için mücadele etmek son derecede doğrudur. Ama unutmayalım, sadece aynı din mensupları arasında değil,dini ve milliyeti aynı toplulukların içinde dahi çatışmalar her zaman olmuştur. O halde bölgede barış istiyorsak önce bu gerçeği kabul etmeliyiz. Bilahare, millet ve milliyet gerçeğini, millî devlet formunun hâlâ geçerli devlet biçimi olduğunu hesaba katmalıyız. Bugünkü Türkiye’nin bin yıldır oluşum halindeki gerçekliğinin en temel unsurlarının İslam ve Türklük unsurları, Türkiye ve Türk milleti kavramlarının da bu tarihi oluşun tabiî neticeleri olduğunu anlamak lazımdır.

 

Değerlendirmenin son bölümü yarın...

Bu haber 886 kez okunmuştur.
  Yükleniyor...