Hukuk Devletinden kanun devletine dönüş mü?

24 Ocak 2014 15:26

Op.Dr. Levent Başyiğit        

Türk Ocakları Isparta Şubesi Başkanı    

 

 Hukuk Devletinden kanun devletine dönüş mü?

 

HSYK’da  köklü değişiklikler yapan kanun teklifi Adalet Komisyonu’ndan geçip TBMM Genel Kuruluna geldi. Son dakikada yeni bir gelişme olmazsa görüşülmesi muhtemelen bu hafta tamamlanacak. Hükümet, Meclis’teki büyük çoğunluğuna dayanarak, yargıyı kontrolüne almanın yollarını açacak bu düzenlemeyi yapmakta kararlı görünüyor. Ancak teklifin bu haliyle yasalaşması durumunda, artık Türkiye’de Anayasa’da belirlenen “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi ağır bir yara alacaktır.

 

Teklif yasalaşırsa, HSYK’daki görevlilerin tümünün görevi son bulacak. Yeni görevlendirilmeler doğrudan Adalet Bakanı tarafından yapılacak. Teftiş Kurulu Bakana bağlı olacak. Böylece teftişler  Bakanın talimatına göre yapılacak ve müfettişler Bakan’a karşı sorumlu, dolayısıyla “bağımlı” olacaklar.

 

Tetkik Hâkimlerini ve Adalet Akademisi’nin 31 üyesinin 22’sini Bakan seçecek. HSYK’nın bütün yetkileri Bakan’a devredilecek. Bakan tek başına HSYK üyeleri hakkında soruşturma ve kovuşturma makamı haline gelecek. HSYK üyeleri böylelikle Bakan’a bağlı olacak. Toplantı yeter sayısı yükseltilerek, gerekli görüldüğünde, Kurul toplanamaz hale getirilecek. Genelge çıkarma yetkisi Genel Kuruldan alınıp Bakan’a verilecek.

 

Anayasa’nın 159’ncu maddesinin bu gibi konuların kanunla düzenlenme yetkisini veriyor olması, Meclis’teki çoğunluğuna dayanarak Anayasa’nın Kuvvetler Ayrılığı ilkesine aykırı kanunlar yapmaya kesinlikle cevaz vermez. Çünkü bunu yapmak, Anayasa’nın ihlâli anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, Yargının  bu ölçüde Bakanlık üzerinden Yürütme organına bağlanması, sistemin “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesinin değiştirilmesi, 1924 Anayasası’nda olduğu gibi“Kuvvetler Birliği”ne dönüştürülmesi anlamına gelir.

 

1921 yılında, Milli Mücadelenin olağanüstü şartları halinde çıkarılan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu”nun ve ardından 1924 tarihli Anayasa’nın beher özelliği Rousseau’nun milli irade kavramından esinlenilerek Kuvvetler Birliği’nin esas alınmasıdır.

 

Çok partili döneme geçilip 1950’de serbest seçimlerin yapılması, 27 yıllık CHP iktidarının değişmesi, Anayasa ve yasalarda demokrasinin gerektirdiği düzenlemeler yapılmadığından sistemin özünde değişikliğe yol açmadı. Bu nedenle on yıllık Demokrat Parti iktidarı süresince, hükümetin mevcut anayasadan kaynaklanan yetkilerini kullanarak yaptığı bazı icraatlar ve çıkardığı bazı yasalar Anayasa’ya uygun olmasına rağmen devamlı eleştirildi, “anti demokratik” olarak nitelendirildi. Bu gerekçelerle yapılan 27 Mayıs darbesinden sonra DP yöneticileri Yassıada’da mevcut Anayasa’yı ihlâl etmekle suçlanıp yargılandılar; mahkûm edildiler. Bir başbakan ve iki bakanın idamına yol açan suçlamaların en önemli gerekçesi, darbeden iki ay önce TBMM’de“Tahkikat Komisyonu”nun kurulmasıydı. Oysa 24 Anayasası’nda Meclis’te bu tür kanunların çıkarılmasına aykırı bir hüküm yoktu. Tam aksine yasama organı, yürütme ve yargı organlarının işleyişini  düzenleyecek yetkiye sahip bulunuyordu. Rahmetli Menderes 1955 yılında parti içi sorunlar yaşandığı sırada yapılan grup toplantısında, milletvekillerinin yetkilerinin ne derece geniş olduğunu anlatmak amacıyla “siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” derken bir rejim değişikliği iması yapmıyor, sadece Meclis’in ne derece geniş yetkilere sahip olduğunu anlatmak istiyordu.

 

27 Mayıs darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası’nda, Yasama organının (dolayısıyla hükümetin) bu derece geniş yetkilere sahip olmasını engellemek maksadıyla, yargıyı öne çıkaracak hükümler konuldu; Anayasa Mahkemesi ihdas edildi, Danıştay’ın yetkileri artırıldı. Ancak kısa süre sonra bunun ifrat-tefrit anlamında başka sorunlara yol açtığı görüldü. Çünkü özerk alanlar teşkil edilirken, aynı zamanda jüristokratik eğilimler taşıyan ideolojik yargı ihdas ediliyor, Yürütmenin alanı fazlasıyla daraltılıyor, Yasamanın bazı yetkilerinin Anayasa Mahkemesi tarafından kullanılmasının kapıları açılıyordu. Nitekim gerek 12 Mart’taki askeri vesayet döneminde, gerekse 12 Eylül Anayasası’nda bu sorunlar ortadan kaldırılmaya çalışıldı.

 

Partiler arasında sorunun Anayasa’da değişiklik yapılarak çözümlenmesi hususunda anlaşma olmadığı taktirde, hükümet bu yasayı çıkarmakta kararlı görülüyor. Kısa bir süre önce konunun Meclis’te Anayasa değişikliği yapılmak üzere görüşülmesi için Başbakan ve parti liderleriyle temaslar yapan, ancak teklif ve telkinleri kabul görmeyen Cumhurbaşkanı Gül Kanun’u imzalar mı; bilmiyoruz. İmzalaması durumunda hukuki yollar elbette tıkanmış olmayacaktır. Muhalefet Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu yapacak. Ancak AYM Yasayı iptal, hatta tartışılacak bir karar alarak yürütülmesini durdurması durumunda bile sistem çoktan değişmiş olacaktır. Çünkü AYM kararları geçmişe teşmil edilmeyeceğinden, aradaki birkaç günlük sürede yapılacak olan bütün işlemler geçerliliğini koruyacaktır.

 

Yapılacak işlemlerin Danıştay’a götürülmesi yolu da tıkanmaktadır. Çünkü teklifin yasalaşmasıyla birlikte HSYK’nın Genel Sekreter Yardımcısı’ndan bütün elemanlarına kadar çalışanlarının tamamı boşa çıkmış olacak; Adalet Bakanı yerlerine dilediği kişileri tayin edebilecek.

 

Özellikle son aylarda ortaya çıkan güncel sorunlar, yaşanan iktidar ve güç mücadelesi gerekçe gösterilerek, usul ve yasalardaki bazı boşluklardan yararlanılarak sistem değişikliği yapılması, sorunları çözmek bir yana çok daha karmaşık hale getirecektir. Çünkü kanunen meşru ancak hukuka bağlılık anlamında yanlış adımlar orta vadede siyasal ve toplumsal gerginliklerin, kutuplaşmaların tırmanmasına yol açar.

 

Kararlarda öfke ve nefret gibi mantıklı düşünmeyi bastıran duygusal faktörler etkili olunca, itidal ve basiret kolayca unutulabiliyor. Yaşanılan sorunların kaynağının kuvvetler ayrılığı değil, uygulamadaki hatalar olduğu görülmüyor. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığının zayıflatılıp, yürütmenin etki alanı genişletilince zihniyet ve düşünce bakımından güvenilen kişilere görev verilince problemlerin biteceği düşünülüyor. Oysa günümüzde, gelişmiş bir demokrasinin ve gerçek alanda hukuk devleti olmanın temel şartının “kuvvetler ayrılığı” olduğu artık tartışılmıyor. Bu konuda en önemli husus, kuvvetlerin, organların birbirleriyle ahenkli ve saygılı bir biçimde çalışmalarını sağlayacak “kontrol ve fren” mekanizmasının oluşmasıdır. Bu mekanizmanın varlığı ve işlerliği demokratik sistemin teminatıdır. Bu olmadığı taktirde yürütme organında çoğunluğu elinde tutan iktidar, Yürütmenin egemen olacağı otoriter bir sistemi kurmaya yönelir. Jüristokratik vesayetten kurtulma adı altında “Kanun Devleti”ne geçilir; hukuk devleti kağıt üzerinde kalır. Sonuçta farklı görüşlerin de saygı gördüğü, iktidarın paylaşıldığı çağdaş bir demokrasi yerine, fiili olarak “tek partili cumhuriyet” dönemine dönülmüş olur.

 

2014 yılına girilirken ülkemizin son derece ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu ortadadır. Bir yıldır Güneydoğu’dan şehit cenazelerinin gelmeyişi sürekli başarı olarak vurgulanıyor. Ancak PKK-KCK’nın giderek etkili hale geldiği, fiilen “paralel devlet” oluşturma yolunda olduğu, Güney hududumuza bitişik bir PKK devletinin kurulma aşamasında bulunduğu görülmek istenmiyor. Adeta bıçak sırtında sürdürülmeye çalışılan ekonomik dengeler, kronik hale gelen cari açığın sıcak parayla karşılanamaması ekonomimizi belirsiz ve kırılgan bir ortama sürüklüyor. Eğitimde, sağlıkta yaşanan sorunlar ortadadır. Türkiye bütün bu iç sorunlarına çözüm bulmakta zorlanırken, dışarıdan gelen baskılar, bölgesel sorunlar giderek tırmanıyor. Ermeniler 2015’e girilirken dünya çapında görülmemiş bir propaganda seferberliği yaparak Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya hazırlanıyorlar. Bu tablo ortada iken hangi gerekçeyle olursa olsun sistemi 60 yıl öncesine dönüştürecek demokratik hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bir yanlışın yapılması telafisi olmayan sıkıntılar doğurur; toplumsal gerginliklere, kavgalara, rejim tartışmalarına yol açar. Henüz vakit varken bu gerçeklerin görülmesini, karar alıcılara akli selimin, sağ duyunun hâkim olmasını dileriz.  

 

Bu haber 759 kez okunmuştur.
  Yükleniyor...